6 Temmuz 2011 Çarşamba

turkuaz ojeler

yürürken ayaklarıma takılan birer çakıl taşı gibi. orada, öylece önemsenmeyi bekleyen, kimse tarafından önemsenmeyen ama bir gün gerçekten birileri farkında olaakmış umudunu kaybetmeyen. çözüm değildi kaldırıp atmak bir kenara. ya da sonuna dek cebinde taşıyıp kurtarmak.

daha çok küçükken filmlerde gördüğümüz yollardan birine başvurarak terki diyar eylemek değildi çözüm.

oysa hayat yanıbaşındaydı. parmakuçlarıyla hissettiği an bırakamayacağını biliyordu. yapmadı, korktu. tüm hayallerini bir cam şişeye hapsedip denize emanet etti, sanki başka yol yokmuş gibi.

aslında onun başka yolu yoktu. teninin kuruluğunu giderecek gözyaşlarım kalmamıştı. hüzünlü bir akşam susup yakamozları seyredecek kadar mecalimiz bile yoktu. aslında hiç yoktuk ve sürekli bir var olma savaşındaydık. hepimiz...

her daim var olmak, her daim yok olmak. kalbinin üzerindeki sızıyı kesip atmaya çalıştığında, kanadı. daha çok kanadı ve bir gün öldü. kabuk tutmuş bir yara gibi öldü o gün. o gün ellerindeki turkuaz ojeleri sildi, siyaha boyadı. her şeyi siyaha boyadı. değer vermedi yaşama, değer vermedi gözlerinden akan yaşlara. kim kalmıştı ki zaten hayatında? bir çift siyah göz, bir de bembeyaz bir oda.

ne o leyla olabildi, ne de ben mecnun.

biz çürümüşüz, bari anılar yaşasın.